22 Mart 2010 Pazartesi

Eflatun Cem Güney Altın Perçemli Çocukla Sırma Saçlı Kız

ALTIN PERÇEMLİ ÇOCUKLA SIRMA SAÇLI KIZ
Zaman zaman içinde, kalbur saman işinde cinler cirit oynarken eski hamam içinde nerde var, nerde yok bir sinek geldi, vızıldadı havaya; yağını süzdük üç yüz altmış tavaya, derisini sattık yüz binlerce liraya; kemiklerinden de bir köprü kurduk Çukurova'ya; vay ne köprü, bu köprü; kıldan ince, kılıçtan keskin! Ne dün ne demin; bugüne bugün, iki adam geçti; biri zayıf, biri şişman; biri dost, biri düşman; geçen de pişman, geçmeycn de pişman; Sırat köprüsü mü desem, ecel köprüsü mü desem ne desem, doğru mu desem, yalan mı desem, ne desem?
O yalan, bu yalan; minareyi çalıp da kılıfını hazırlayan. bu da mı yalan?
O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan! Bu da mı yalan? O da yalan, bu da yalan, yalan oğlu yalan! Anan bu yalanla gitti baban., bu yalanla gitti anan., sen de bu yalanla oyalan da oyalan, seni gidi yalancı yağlı keçi, duvara bağlı keçi, yalan yuvası olmuş ağzının içi!
Bir varmış, bir yokmuş; Allahın kulu çokmuş; çok söylemesi günahmış; develer tellâl iken. pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken bir memleketin birinde Edi ile Büdü derler bir karı-koca varmış. Sanki Allah bunları birbirinin kaburgasından yaratmış; ikisinin de huyu, suyu ta o kadar birbirine benzermiş; kim ne derse, ona inanır; yüzlerine gülen, ekmeklerini ellerinden alırmış. Elâlemden ağızları yandığı için etliye, sütlüye karışmaz, suyu bile üfleyerek içerlermiş.. Eh oğul yok, uşak yok; koç yok, koçak yok; geçinmeyecek, ne başları var. Dağa gider, odun eyler; bağa iner, bel beller; muhannete muhtaç olmadan geçinir giderlermiş.
Günlerden bir gün, baş başa vermiş de, başlarından geçeni konuşup duruyorlarmış. Bir ara karısı:
—Ediiii demiş! Kocası da:
—Ne diyorsun Büdü, demiş!
—Ne diyeceğim, Allah yüzümüze baksa da, bize bir evlât verse derim...
—Bire karıcığım, nerde o talih bizde! Gökten yağmur yerine inci yağsa, yine bir tanesi başımıza düşmez.
—Hani, canım söz misali! Veren, Allah, şu gönlüme göre bir kız verse yok mu, öyle bir güzel olur, öyle bir güzel olurdu ki, doğan aya ya sen doğ, ya ben derdi. Güldükçe güller açılır, ağladıkça inciler saçılır, acep insan bakmalara doyar mıydı ki. Yüzünü görenin nasibi kısmeti artar, sesini duyanın ömrü, günü uzardı. Bu böyle, olduktan geri, üstelik on parmağında da on hüner olur, öyle bir halı dokur, öyle bir halı dokurdu ki, kim var, kim yok, oturur da yine de bir yanı boş kalırdı. Daha deyim mi öyle bir sofra donatır öyle bir sofra donatırdı ki, cümle âlem yer, içer de yine de yetip artardı. Hani o zaman, herkesin gözü kızımın üstünde kalırdı ya, yağma yok, dizimin dibinden ayırmaz; eteğinin ucunu kimselere göstermezdim. Doğrusu, ne küçük vezirin oğluna verirdim; ne büyük vezirin; versem versem, padişahın oğluna verirdim de, varır saraylara sultan, olurdu.
Büdü böylesine atıp eğirince kocam dayanamamış :
—Hele sen bir sus, sultan anası, demiş. Olsa ile bulsa, bir araya gelse, sana sırma saçlı bir kız veren Allah, bana da altın perçemli bir oğlan verse yemez, yedirip; giymez giydirir, okutur, dokutur ben de öyle bir adam ederdim ki, alimallah görüp edenlerin parmağı ağzında kalırdı. Hele kızların, hele kızların.. İlle ve lâkin ne küçük vezirin kızını alırdım, ne büyük vezirin, alsam alsam padişahın kızını alırdım. O zaman öyle bir toy, düğün eylerdim ki, dillerde destan olur, felek bile bir yaşına daha girerdi.
Edi de bu kadar yükseklerden uçunca, karısı dayanamamış:
— Bire Edi demiş, büyük lokma ye de, büyük söz söyleme, ya Allah böyle altın perçemli bir çocuk yerine, tutar da sana bir keloğlan verirse... O zaman tut perçeminden çal duvara... Öyle ya Allah bir, Peygamber Hak, pekmez kara yoğurt ak, başka ne bilir kel oğlan?
Büdü, bu söze gülmüş:
— İlâhi Edi demiş, veren Allah bize bir evlât versin de, varsın keloğlan olsun! Sen onları gözüne kestirmiyorsun ama, keloğlanların alnı acık yüzü ak; kulağı delik, gözü pek olur. Eli elden kalmaz dili dilden. Attığını vurur, tuttuğunu koparır; seni, beni değil, şeytanı bile suya götürür susuz getirir: insan mürüvvet görürse, böylelerinden görür. İyisi mi, kuru yerde yatıp da minare kadar rüya görmeyelim.
Doğru söze ne denir. Karısı boynunu bükmüş:
—Yerden göğe kadar hakkın var kocacığım, demiş; Allah bize bir evlât, versin de ister oğlan olsun, ister kız olsun; yeter ki eli ayağı düz olsun. Başı kel olursa en çıkar, tutar gümüşletiriz,
İşte o günden beri Edi ile Büdü bu dua ile yatmış, bu dua ile kalkmışlar; yerin, göğün açık olduğu bir zamana rastlamış olacak ki duaları yerini bulmuş, gecenin bir vaktinde nur yüzlü iki peri peydah olmuş; biri, Büdü'nün başucuna çömelmiş, biri ayak ucuna... Sonra neylemişler, netmişler, orasını o kadar bilmiyorum ama, kan uykulara dalan hatuncuğun iki yanına, iki bebe yatırmışlar; biri oğlan, biri kız, nur topu gibi iki yıldız...
Periler birine bakmış:
"Güldükçe güller açılsın, ağladıkça inciler saçılsın!" demişler; öbürüne bakmış:
"Ektiği güversin gelsin, diktiği yeşersin gitsin!" demişler, demişler ya, ne yüzlerini gören olmuş, ne sözlerini duyan olmuş.. Görmüşse, Büdü görmüş; duymuşsa, Büdü duymuş; masaldaki iş gibi, uykudaki düş gibi..
Sabah olup da cümle kuşlar uyanınca, hatuncuk gözlerini açmış, bakmış ki ne baksın! İki yanında iki ay paryası..Yüzleri pırıl pırıl; gözleri ışıl ışıl.. Sevincinden deli olası gelmiş.
—Edii, demiş; o da:
—Gene ne var Büdü, demiş.
—Ne olacak, gözlerin aydın! Allah ikimizin de muradını verdi; böyle iken böyle., demiş.
Bu söz, kocasının garibine gitmiş; bir de gelip görmüş ki, ne görsün; dediği gibi, altın perçemli bir çocukla, sırma saçlı bir kız... Görmüş, gözlerine inanamamış; duymuş, kulaklarına inanamamış; parmağı ağzında kalmış vesselam!
Gayri, Edi ne bu işe koşulmuş, ne şu yokuşa.. Gülerse, güllerini derlermiş kızının; ağlarsa, incilerini... ve götürüp satarmış yok pahasına! Bir gün olur, karıcığının rüyası çıkar da, oğlunun da ektiği güverir, diktiği yeşerirse; gayri dolduracak ne küp bulabilirler, ne gülek ama, Allah insana para yermeden önce akıl versin! Bizim akıllılar da, akıllarını peynir, ekmekle mi yemişler; neylemişler, netmişlerse, daha kırkları dolmadan beşiklerinin başını, boş bırakmışlar; üstelik, ne başuçlarına bir bıçak, ne de kapı ağzına bir tas su koymuşlar; cinlerin cirit oynadığı bir evde baslarına bir iş gelmez olur mu! Günün birinde bakmışlar ki, ne baksınlar; çocuklar, o çocuklar ama, ne güllerin açıldığı var, ne incilerin saçıldığı...
— Gördün mü bir başımıza gelenleri! deyip dizlerine vurmuşlar.
Bereket versin, bu dünyada şeytana pabuç giydirenler de var. Kocakarının biri görmüş de:
— İlâhi üstüme iyilik, sağlık demiş; çocuklarımızı cin değiştirmiş sizin! Hani kaşlar, o kaş; gözler, o göz ama, bakın bir yüzlerinde Mevlânın nuru yanıyor mu? daha alınlarının ortanı bile gülmüyor; tövbeler tövbesi, bunlar insan evlâdı değil Aytaş mı, Oytaş mı dedikleri cin yavrusu.. Hangi gül, hangi inci! Ecinniler ne güler, ne ağlar; gözlerini ağarttıkça ağartır, yüzlerini kararttıkça kararırlar; ocaklardan ırak, bunların girdiği evde bet, bereket kalır mı? iki, bir demez de, ağırlıklarınca altın verirseniz, yavrularınızı onların elinden kurtarırım.
Böyle bir zamanda gözlerine para, pul görünür mü? Edi ile Büdü dilediğini vermişler kocakarıya. O da alıp götürmüş cin yavrularını; üç yol ağzında bir musalla taşının üstüne; bir de bir ateş yakıp oracıkta, geçmiş karşısına:
— A Cinler Ecinniler! Alın bebenizi, verin bebemizi..
Alırsanız alın, verirseniz verin; duyduk, duymadık demeyin.
Yaktım bir ateş, yanacak Aytas, kül olacak dağ taş!
Bir söylemiş, iki söylemiş, derken cinler, yavrularının yanıp, kül olacağından korkmuş; elsiz, ayaksız gelip almışlar Aytaşları, vermişler sırma saçlıları..
Gayri, söylemeğe ne hacet, dünyalar onların olmus! Ninnilerle uyutup, el üstünde büyütmüşler, bir daha da beşiklerinin basından ayrılmamışlar..
Gel zaman, git zaman derken, biri filiz gibi bir delikanlı olmuş; biri de gül gibi bir kız! Birinin ektiği güvermiş gelmiş, diktiği yeşermiş gitmiş; birinin de güldükçe güller açılmış yüzünde, ağladıkça inciler saçılmış gözünden.
Eh artık, vezir, vüzeranın sözü mü olur! Oğullarına padişahın kızını almışlar; kızlarını da padişahın oğluna vermişler; kırk gün, kırk gece çifte düğün edip yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler.
Gökten üç elma düşmüş; biri bu masalı dizip, koşana; biri okuyup dinleyene; birini de okudum, üfledim; insan çocuğumun ruhuna bağışladım.

Andersen Kibritçi Kız

KİBRİTÇİ KIZ, ANDERSEN

Lapa lapa kar yağıyordu. Soğuk uzun bir gece başlıyordu. Bu gece yılın son gecesiydi. Yani yılbaşı gecesiydi... Bu gecenin acımasız soğuğu ve karanlığında çıplak ayaklı, başı açık, küçük zavallı bir kız sokakta tek başına yürüyordu.
Küçük kız evden çıkarken terlikleri ayağındaydı ama, annesinin, ayakları üşümesin diye verdiği bu terlikler ayağına büyük geldiğinden, karşıdan karşıya geçerken karın içinde kalmıştı. Küçük kız çok aramış ama bulamamıştı onları.
Soğuktan kıpkırmızı olmuş minik ayaklarıyla zavallı küçük kız karların içinde yürürken bir yandan da elindeki birkaç paket kibriti satabilmek için oradan oraya dolanıp duruyordu. Çok kötü bir gündü. Daha bir tek kibrit bile satamamış, tek kuruş kazanamamıştı. Kar taneleri, sarı bukleli saçlarının arasından kayıp süzülürken sarı bukleleri onun umurunda bile değildi. O, evlerin pencerelerindeki ışıklara bakıyor, sokağa yayılan buram buram nar gibi kızarmış hindilerin kokusunu içine çekiyordu. Sadece "Tabii, yılbaşı gecesi! Bu gece" diyordu içinden.
Böyle bitkin ne yapacağını bilmez bir halde dolaşırken iki ev arasında küçücük bir köşe ilişti gözüne. Bu köşeye sığındı. Büzülerek üşümemeye çalışıyordu. Hava gittikçe soğuyor, kar gittikçe şiddetleniyordu. Bu şartlarda eve dönemezdi. Tek bir kibrit satamamış, hiç para kaza¬namamıştı. Eğer para götürmeden eve dönerse babası onu dövecekti. Evlerinin de bu sokaktan pek farkı yoktu zaten. Ha burada üşümüştü ha orada. Kendi kendine, "Bir kibrit yakarsam belki ısınırım," diye düşündü. Paketten bir tane çekip duvara yanması için sürttü. Soğuktan donmuş küçük avucunda sanki bir lamba yanmıştı. Öyle sıcak, parlak bir alevdi ki kendisini pırıl pırıl alevlerle yanan kocaman, sıcacık bir sobanın karşısında duyumsadı bir an. "Bari biraz da ayaklarımı ısıtayım," derken, alev sönüverdi. Soba kaybolup gitmişti. "Bir kibrit daha yaksam" diye düşündü ve yaktı. Bir kibrit çöpünü daha duvara sürttü. Kibrit alevinin ışığı duvara yansıyınca duvar sanki pembe bir cam gibi parlamıştı. Gözünün önünde kar gibi beyaz örtülü nefis bir sofra canlandı. Geniş porselen tabakların içinde nar gibi kızarmış bir hindi, çeşitli yiyecekler, erikler, elmalar doluydu. Kral sofrası gibiydi. Hindi, kızın önüne gelir gibi olduğu sırada ikinci kibrit de sönmüştü, duvar gene kararmıştı. Üçüncü kibriti de çaktı. Karşısında çevresi rengârenk oyuncaklar ve hediyelerle kaplı pırıl pırıl dev bir noel ağacı oluştu. Geçen noelde kapısından içeri baktığı, zengin bir tüccarın evinde görmüştü. Bu ağaç ondan büyüktü. Dalların üzerinde binlerce mum yanı¬yordu. Bu güzel düş karşısında küçük kızın yüzünü gülümseme kapladı. Ama kibrit yine sön¬müştü. Ama gözlerinin önünde hâlâ binlerce mum yanıyordu. Mumlar gittikçe yükseliyor, gökyüzüne doğru çıkıyordu. Birden hepsi birer yıldız oldu. İçlerinden biri kaydı. Gökyüzünde güneşten bir daire çizip sonra kayboldu. En çok sevdiği insan olan büyükannesi, ona, "Bir yıldız kaydığı zaman biri ölür," demişti. Demek yine biri öldü diye düşündü küçük kız.
Bir kibrit daha çakınca alevin sıcaklığında en güzel, en tatlı haliyle büyükannesini gördü karşısında. "Büyükanneciğim ne olur beni al yanına. Kibrit söndüğü zaman sen de yok olacaksın biliyorum. Tıpkı sıcak soba gibi, kızarmış hindi gibi, parlak noel ağacı gibi seni de kaybetmek istemiyorum!" dedi. Bütün kibritleri birbiri ardına yakmaya başladı. Büyükannesi hep karşısındaydı. Onu hiç bu kadar güzel, hiç bu kadar canlı görmemişti. Büyükannesi küçük kızı kollarına aldı. Neşe içinde bulutların üstünde uçmaya başladılar. Ne kar, ne soğuk, ne açlık ne de keder vardı. Orada Tanrı’nın yanındaydı, mutluydu artık.
Ertesi sabah sığındığı köşede bu tatlı küçük kızı, yüzünde tatlı bir gülümseyişle gören insanlar "Zavallı çocuk, yılbaşı gecesi soğuktan donarak ölmüş olmalı!" diye üzüldüler. Kucağında yanıp kül olmuş, bir paket kibritle masum ve zavallı oturuyordu o kuytu köşede.
"Isınmak istemiş demek," dedi yoldan geçenlerden biri. Ama güzel düşlerden, yaşadığı tatlı anlardan, en sevdiği büyükannesiyle birlikte mutluluk içinde göğe uçtuğundan kimsenin haberi olmamıştı. Tabii ikisinin ne kadar mutlu olduklarından da.

La Fontaine-Orhan Veli iki şiir fabl

ATLA EŞEK
Dünyada insan yardım etmeli birbirine
Komşun gözlerini kapattığı an
Bütün yük senin sırtındadır, inan.
Bir eşek saygısı biraz kıtça bir beygirle
Yürüyordu. Fazla değildi yükü beygirin.
Eşekse, zavallı, soluyordu derin derin.
Attan azıcık yardım etmesini diledi;
Yoksa daha şehre varamadan ölecekti.
“Nihayet rica ediyorum, diyordu eşek,
Sizin için bu. yükün yarısı yük mü demek?..”
Kulak bile asmadı beygir bu ricalara.
Ama dostu nalları dikince biraz sonra
Anladı ki kabahat kendisinde.
Ne çare, iş işten geçmişti, çünkü
Beygire yüklediler bütün yükü.
Üstelik eşeğin ölüsünü de.

KURTLA KÖPEK
Zafiyetten çiroza dönmüştü kurdun biri
Köpekler, aksine, semiz mi semiz.
Bu kurt bir gün bir köpeğe rastladı; iri
Güzel, besili bir köpek; tüyleri tertemiz.
«Atılıp şunu bir parçalamalı.»
Diyordu içinden kurt cenapları.
Boğuşmayı da göze almak lâzımdı fakat,
Köpek deseniz kendini, hakikat,
Koruyabilecek kadar anaçtı.
Bunu gören kurt pek sessiz yanaştı.
Biraz aşağıdan alıp dil dökeyim diye,
Hayran olduğunu söyledi bu semizliğe.
«Güç bir şey değil, sayın efendimiz,
Dedi köpek, böyle benim gibi semirmeniz.
Vazgeçin, bırakın bu ormanları.
Nedir bu ormanlarda çektiğiniz;
Seril sefil, perişan, aç bîilaç?
Açlıktan nerdeyse öleceksiniz,
Hepiniz fülûsuahmere muhtaç.
Âdeta arslan ağzında, yiyecekleriniz.
Gelin benimle, hemen değişsin kaderiniz.»
Kurt sordu; Peki, işim ne olacak?
— Hiç, dedi köpek, sadece adam kovalamak.
Vazifeniz yabancılara şiddet,
Evdekilere hürmet göstermekten ibaret.



Ezop'tan 5 kısa hayvan öyküsü

1. EZOP MASALLARI

Hayvanları konuşturarak insanlara öğüt vermek için önce anlatılan sonra da yazılan eserlere fabl denir. Batı Anadolu’da yaşayan AİSOPOS (Ezop) hayvan öyküleri yazar. Bunları dinleyen, okuyanların örnek almasını ister. Fablın başında kişiler ve olay anlatılır, sonunda ise öğüt belirtilir. Nurullah Ataç Ezop’un 358 fablını Fransızca’dan dilimize çevirmiştir.
1. PUTÇU
Adamın biri tahtadan bir Kermes (Baştanrı Zeus’un oğlu, habercisi) heyke¬li yapmış, pazara götürüp satılığa çıkarmış. Bakmış ki alan olmuyor, ille bir müşteri bulayım diye başlamış bağırmaya: "Bu benim sattığım tanrının insana çok iyiliği dokunur, her işinde kazancını artırır." Oradan biri ge¬çiyormuş, durmuş: "Be adam! O kadar iyiliği dokunursa ne diye satarsın? Sakla da sana ha¬yır etsin" demiş. Putçu: "Beklemeye vaktim mı var benim? Ben hemen bir yardım istiyorum. Oysaki bu, acele nedir, hiç bilmez: durur durur da ondan sonra eder edeceği yardımı!" demiş.
Bu masal, hep çıkarlarını arayıp tanrıları bile umur etmeyen kimselerin halini gösterir.
2. KARTAL İLE TİLKİ
Dişi bir kartalla dişi bir tilki ahbap ol¬muşlar: "Birbirimize yakın oturalım da dost¬luğumuz ilerlesin demişler. Bunun üzerine kartal havalanmış, ulu bir ağacın tepesine yuva kurmuş, orada yumurtlayıp yavru çıkar¬mış; tilki de ağacın dibindeki çalılara soku¬lup orada eniklemiş. Günün birinde tilki azı¬ğını aramaya çıkmış; kartalın da karnı aç¬mış, bir şey bulamayınca çalılığa çullanmış, tilki eniklerini kaptığı gibi yuvasına götür¬müş, yavrularıyla birlikte yemiş. Tilki dönüp de eniklerini göremeyince işi anlamış, anla¬mış ama ne yapsın? Dört ayaklı bir hayvan¬cağız, oku yok, kanadı yok: göklerde uçan kartalı yakalayıp öcünü alamaz ki! Boynunu büküp ah etmiş; başka ne gelir güçsüzlerin elinden?... Tilkinin ahı tutmuş: aradan çok geçmemiş, kartal dostluğa hayınlık etmenin cezasını görmüş. Birtakım adamlar kırda oturmuşlar, bir keçi kurban ediyorlarmış; kartal hemen oraya da çullanmış, tanrılar uğ¬runda yakılan etlerden (Etin kokusunun tanrılara ulaştırılması) bir parçayı alevler içinden kapıp yuvasına götürmüş. O gün yel esiyormuş, etin içinde kalan bir kıvılcımı parlatıvermiş; ateş yuvayı sarmış, yavrular uça¬cak kadar palazlaşmış olmadıklarından tutu¬şup yere düşmüşler. Tilki seğirtip gelmiş, ana¬larının gözü önünde yavruları birer birer yiyivermiş.
Bu masaldan ibret alın: Dostluğa hayınlık ettiniz mi, oyun ettiğiniz kimselerin öç almaya güçleri yetmez diye güvenmeyin; onların elinden bir şey gelmese bile, tanrılar o kötülüğü sizin yanınıza komazlar.
3. GELİNCİK İLE HOROZ
Gelincik bir horoz yakalamış: "Şunu yiyeceğim, ama bari bir de sebep göstere¬yim!" demiş. "Gece yarısı oldu mu, başlarsın ötmeye, insanları uyutmaz, rahatsız edersin: bari yiyeyim seni de kaldırayım ortadan!"de¬miş. Ama horoz cevabını bulmuş: "İnsanları uyandırıyorsam kötülük olsun diye değil, iyi¬lik olsun diye uyandırıyorum : kalkıp işlerine bakıyorlar" demiş Bunun üzerine gelincik başka bir taraftan tutturmuş: "Ben senin ahlâkını da beğenmiyorum: ana demiyorsun, kızkardeş demiyorsun, bütün tavuklara sataşı¬yorsun. Olur mu böyle şey?" diye sormuş. Horoz bu sefer de altta kalmamış : "Sana ne oluyor? Efendilerim memnun; o sayede ta¬vuklar bol bol yumurtluyor" demiş. Gelinci¬ğin artık kafası kızmış: "Eee! çok oldun ar¬tık! Seni dil ebesi seni! Sen her söze bir karşılık buluyorsun diye benim karnım zil mi çalacak?" demiş, horozu yiyip yutmuş.
Bu masaldan şu anlaşılıyor: Bir kişi do¬ğuştan kötü olmaya görsün! edeceği kötülüğe bir bahane bulmadı mı, bu sefer de açıkça eder.
(Gelincik sansargillerden ince uzun yapılı, sivri çeneli, küçük, kümes hayvanlarını yiyen bir hayvan)
4.KEDİ İLE FARELER
Bir eve fareler üşüşmüş. Bir kedi bunu haber almış, o eve gitmiş; artık fareleri birer birer tutup yiyormuş. Fareler bakmışlar ki olacak gibi değil, hep yakalanıyorlar: "Bari biz de deliğimizden çıkmayalım!" demişler. Kedi işi anlamış, o da bir düzen kurmuş. Odada tahta bir takoz varmış, oraya tırman¬mış, kendisini asıp ölü gibi öyle durmuş. Fare¬lerden biri delikten başını uzatıp bakmış, ke¬diyi o halde görünce: "Kurnazlığına diyecek yok, dostum! Ama ne yalan söyleyeyim? sen çuval olsan, ben gene yaklaşmam senin yanı¬na!" demiş.
Aklı başında insanlar, birini deneyip de kötülüğünü anladılar mı, bir daha onun düze¬nine kapılmazlar. Bu masal bize bunu öğreti¬yor.
5. GELİNCİK İLE TAVUKLAR
Bir gelincik bir çiftlikte birkaç hasta ta¬vuk olduğunu öğrenmiş, hemen hekim kılığı¬na girmiş, yanına da aletlerini alıp oraya git¬miş. Çiftliğin kapısına gelince içeriye seslen¬miş : "Nasılsınız bakalım? Hastasınız diye duydum, iyileştirmeğe geldim." Tavukların hepsi bir ağızdan cevap vermişler: "İyiyiz, bir şeyimiz yok bizim; hele sen buradan git, daha da iyi oluruz!" demişler.
Kötüler asıl meramlarını gizleyip iyilik etmek ister gibi gözükmeye kalkarlar, aklı başında kimseler onların düzenini anlayıverir.